21 Temmuz 2015 Salı

Tecahül-i Ârif

Edebî Sanatlar 
Anlama Dayalı Söz Sanatı
Tecahül-i Ârif (Bilmezlikten Gelme)

“Tecahül-i ârif” sanatı, bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme demektir. Edebiyatta ise şairin, bilinen bir şeyi, sanatsal bir nükte ile bilmiyormuş veya başka bir türlü biliyormuş gibi göstermesi sanatıdır. Bu sanat, tecahül-i arifane adıyla da bilinir.

Şiirde bir anlam inceliği oluşturmak için başvurulan bu sanatta hayret, övme, yüceltme, yerme gibi nedenlerden biriyle mutlaka bir nükte yapılması gerekir. Tecahül-i ârif ne hiç bilmemek ne de bildiğini tamamen gizlemektir. Özellikle bildiğini dolaylı yollardan anlatmaktır.
Yukarıda da belirtildiği üzere, nükte yapmak için veya bir anlam inceliği yaratmak, şairin gayet  iyi bildiği bir şeyi bilmiyor görünerek söz söylemesine tecahül-i arif denir.
Tecahül-i arifin özünü oluşturan nükte, dört amaç için yapılmış olabilir. Neşelendirme (tenşid), uyarıda bulunma (tevbih), hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyü), kendinden geçişi söylemek (tedellüh).
Şair, bu sanatı yaparken çoğu kez mübalağa (abartma) ve  istifham (soru sorma)  sanatlarından faydalanır. Aşağıdaki örneklere göz atalım:

Sen güneş misin ha?
Kaya mısın yoksa su mu?
Giderken
Bunca can
Susmuşsun da
Sanki var mısın?

Yukarıdaki örnekte ozan onun güneş, kaya, su ya da var olup olmadığını bilmemesi olanaksız olduğu halde bilmez görünüyor

Tecahül-i Ârif Sanatına Örnekler:

“Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz”

dizelerinde şair şakaklarına kar yağmadığını, şakaklarındaki beyazlıkların ağaran saçlarından kaynaklandığını biliyor aslında. Ama kendisindeki bu değişimi vurgulamak, artık gençliğinin elden gittiğini daha güzel bir şekilde anlatmak için bu yola başvurmuştur. Aynı şekilde ikinci dizede de şair tecahül-i ârif yapmıştır. Çünkü şair “yüzün” kime ait olduğunu biliyor; ama yüzündeki değişime dikkati çekmek için bildiği hâlde bilmiyor gibi davranıyor.

Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ
Elhâk bu ne halet, bu ne hoş âb ü hevâdır
(Nedim)

Şair İstanbul’u övmek için yazdığı bu dizelerde “Altında mı üstünde midir güzel cennet/Doğrusu bu ne hoş durum, bu ne hoş su ve havadır” diyor. İstanbul’un güzelliğini böylece hem cennete benzeterek mübalağa ediyor hem de bildiği bir gerçeği (cennetin İstanbul’un altında ya da üstünde olamayacağını) bilmez görünüyor.


“Yılın ilk karı yağdı
İyice kısaldı günler
Ölülerimiz üşür mü ki?”

Son dizede şair ölülerin üşümediklerini bildikleri halde, sorudan yaralanarak bu durumu bilmezlikten geliyor.

“Âb-ı gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem,
Yâ muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su”

(Bilmiyorum, dönen kubbe “gökyüzü” kendiliğinden mi su rengindedir; yoksa göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.)

Fuzuli bu beytinde, gökyüzünün niçin su renginde olduğunu bilmediğini söyleyerek, döktüğü göz yaşlarının gökleri kaplaması nedeniyle böyle olabileceği ihtimalini ileri sürüyor. Doğal olarak şairin gökyüzünün niçin su renginde olduğunu bilmemesi imkânsız; fakat böylece ne kadar çok ağlamış, çok gözyaşı dökmüş olduğunu nükteli bir tarzda belirtmiş oluyor. Bu beyitte tecâhül-i ârif ile mübalağa da vardır.


*
Tecâhül-i ârif

Osmanlı edebiyat çevrelerinde daha çok “tecâhül” ve “tecâhül-i ârifâne” şeklinde geçen tecâhül-i ârif, şiir ve nesirde bilinen bir hususun bir nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesidir.
Batı retoriğindeki karşılığı ironidir (Bilgegil, s. 196).

Şeyh Galib’in, “Gel ârif ol ki ma‘rifet olsun tecâhülün” mısraı bu sanatın bir bakıma veciz bir tarifidir. Bilineni bilmez görünmek özel bir amaçla ve nükteli şekilde gerçekleştirilir. Bunun için sanatkâr muhatabına cevabını bildiği sorular sorar. Böylece hem maksadı doğrudan söylemenin yeknesaklığı kırılır hem de söze nükte ve zarafet kazandırılmış olur.
Tecâhül-i ârifte gözetilen nükteler muhatabı neşelendirme, azarlama, şaşkınlık, şiddetli aşk ile medih ve zemde mübalağa şeklinde sıralanabilir.

Melek misin yâ perîsin yâ rûh-ı kudsî aceb/
Bu hüsn ile bu melâhat beşerde buluna mı?”

beytinde Şeyhî, sevgilinin güzelliğini övmek için onun insan üstü bir varlık olmadığını bildiği halde bilmez görünmektedir.
Benzer şekilde bu defa âşığın vasıfları üzerine söylenen,
“Nedir bu gizli gizli âhlar çâk-i girîbanlar/
Aceb bir şûha sen de âşık-ı nâlân mısın kâfir?”

beytinde Nedîm, âşığın aşkının şiddeti yüzünden âh çekerek yakasını yırttığını bildiği halde bilmezlikten gelmektedir.
Azarlama amacıyla tecâhül-i ârife başvurulmasına Hüsnî’nin şu beyti bir örnektir:
“Ey hâk-i Kerbelâ nedir ol sebz câmeler/
Eyyâm-ı mâtemin bu mudur resm ü âdeti.”

 Kerbelâ toprağının baharın gelişiyle yeşillere büründüğünü gören şair onu muharrem matemine kayıtsız kalmakla suçlamaktadır. Matem renginin siyah olduğunu bildiği halde, “Yoksa o beldede matem günlerinde yeşil giyinme âdeti mi vardır?” diyerek tecâhül göstermektedir.
Tecâhül-i ârif bazan hayret ifadeleriyle pekiştirilebilir. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin şu beytinde olduğu gibi:
“Zât-ı bî-çûnun mekânlardan münezzehtir senin/
Pes seni yakında bulsun ağlayıp feryâd eden.”

 Şeyhülislâm Yahyâ’nın,
 “Niçin efkâr-ı meânî beslemez er-bâb-ı nazm/
Yoksa Yahyâ gibi üstâd-ı sühan-perver mi yok?”

beyti de bu tür bir örnektir. Şiir ehlinin yeni nükteler üretmesinden şikâyetçi olan şair, belki de şiir alanında Yahyâ’dan başka şairin kalmadığını söyleyerek bir soru ve cevapla ifadesini güçlendirmektedir.

Tecâhül-i ârif belli bir maksatla ve daha çok soru sorma (istifham) yoluyla oluşturulduğundan klasik belâgat kitaplarında istifham müstakil bir sanat olarak gösterilmemiş, tecâhül-i ârif içinde ele alınmıştır. Cevabı bilinen bir hususun sorulmasıyla meydana gelen istifham ilk defa Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta ayrı bir edebî sanat şeklinde tanımlanmıştır (s. 308).
İstifhamda sorulan soruya cevap almak söz konusu değildir. Bir şey öğrenmek için muhataba sorulan soru edebî sanat kabul edilmez. Ancak ifadeyi güzelleştirmek, bir düşünceyi vurgulamak, dikkat çekmek, söze içtenlik katmak gibi sebeplerle soru sorulması bir sanattır.
İstifhama başvuran kimse bazan konuyu tam bilmeyen, onu anlamaya çalışan bir kişi hüviyetine bürünür; bu durumda istifham tecâhül-i ârife yaklaşır.
Tecâhül-i ârifte istifham çoğunlukla bir üslûp özelliği olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla tecâhül-i ârif istifhamla sınırlandırılamaz ve belli noktalarda bu iki sanat birbirinden ayrılır. İstifham sanatında düşünce soru şeklinde dile getirilir.
Tecâhül-i ârifte cevap sorunun içine yerleştirilerek muhataba sezdirilir, ayrıca burada mecazi anlam gözetilir; aksi takdirde ifade, beklenen etkiyi meydana getirmeyeceği gibi muhatabı incitici bir söz haline dönüşebilir.
İstifhamda ise kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır. Bununla birlikte istifhamla tecâhül-i ârif arasında kesin bir ayırım yapmak mümkün değildir.
Cevdet Paşa,
“Bir nihânîce tebessüm de mi sığmaz cânâ/
Söyle bi’llâh dehenin tâ o kadar teng midir?”

beytini tecâhül-i ârife örnek gösterirken aynı beyti ele alan Bilgegil birinci mısrada takrirî, ikinci mısrada inkârî istifham bulunduğunu ve beytin tecâhül-i ârife örnek olmadığını söylemektedir (Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 196).
Bilgegil’e göre tecâhül-i ârif takrir, ikrar ve inkâr dışında bir nükteden dolayı bilinen bir hususun bilinmiyor gibi gösterilmesidir.
İstifham bulunmadan da tecâhül-i ârif yapılabilir. Eski Türk edebiyatında bunun örneklerine fazla rastlanmamakla birlikte Cahit Sıtkı Tarancı’nın,
“Gökyüzünün bir rengi daha varmış/
Geç öğrendim taşın sert olduğunu/
Su insanı boğar ateş yakarmış/
Her doğan günün bir dert olduğunu/
İnsan bu yaşa gelince anlarmış”
mısraları tecâhül-i ârife örnek sayılabilir.

Tecâhül-i ârif teşbih, istiare, tenâsüp ve mübalağa sanatlarıyla birlikte bulunabilir.
“Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i me’vâ mıdır/
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i a‘lâ mıdır?”

beytinde Nef‘î, gül bahçesine benzettiği Edirne şehrindeki padişah sarayının cennetten bir parça olmadığını bildiği halde bilmezlikten gelerek teşbihini kuvvetlendirmektedir.

Aynı şekilde Yenişehirli Avnî, Mevlânâ Türbesi için söylediği,
“Şeş cihetten rûz u şeb kerrûbiyân eyler tavâf/
Mescid-i Aksâ mıdır yâ Kâ‘be-i ulyâ mıdır?”

beytinde mübalağa için tecâhülde bulunarak Kubbe-i Hadrâ’nın adı geçen iki kutsal mekân olup olmadığını sormaktadır.
“Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir/
Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir?”

beytinde Nedîm, sevgilinin Hülâgû Han ya da yakıcı ateş olmadığını bilmekle beraber ilk mısrada Hülâgû Han katliamına işaret edip sevgilinin âşıklarına onun kadar zulmettiğini, ikinci mısrada yakıcı ateşe benzettiği sevgilinin kendisini sevenlerin gönlünü dağladığını söyleyerek tecâhül-i ârifi telmih ve istiare ile desteklemektedir.

Hüsn-i ta‘lîl sanatında da bildiğini bilmez gibi görünme durumu vardır. Bu sebeple iki sanat zaman zaman birbirine karıştırılmaktadır. Fakat hüsn-i ta‘lîl, olayların gerçek sonucunu hayalî bir sebebe bağlaması yönüyle tecâhül-i âriften ayrılır. Bu ayırımda tecâhül-i ârifi mümkün kılan nükte de belirleyici olmaktadır.
Fuzûlî’nin bir na‘tında yer alan,
“Mâh-ı nevdir yoksa sen kıldıkta seyr-i âsuman/
Kaldırıp parmak getirmiş âsuman îmân sana”

beyti tecâhül-i ârife bir örnektir. Beyitte gökteki hilâl Resûlullah’ın mi‘racına gök kubbenin şehâdeti olarak gösterilmekte, fakat bu vurgu hüsn-i ta‘lîlde yer aldığı kadar kesin bir ifade ile yapılmamaktadır.
Bazan tecâhül-i ârifle hüsn-i ta‘lîl sanatları aynı beyitte beraber kullanılabilmektedir. Nef‘î’nin,
“Bir kimseden ermezse n’ola gûşuma tahsîn/
Efsûn-ı kelâmımla cihan beste-dehendir”

 beyti buna örnek gösterilebilir. Hiç kimseden takdir edici bir söz duymadığını söyleyen şair bu durumun kıskançlık sonucu olduğunu bilmektedir. Fakat kendisini çekemeyenlerin suskunluğunu sözlerindeki büyü ile mest olup ağızlarını açamamaları gibi bir sebebe bağlayarak kıskançlık gerekçesini bilmezlikten gelmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 308-309; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 166-167; Muallim Nâci, Edebiyat Terimleri: Istılâhât-ı Edebiyye (haz. M. A. Yekta Saraç), İstanbul 1996, s. 147-151; Ali Nihad Tarlan, Edebî Sanatlar, İstanbul 1964, s. 46-49; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 151-152; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belagat, Ankara 1980, s. 196-197; Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 441-443; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belagat, İstanbul 2000, s. 193-197; Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, İstanbul 2007, s. 199-201.

Meliha Y. Sarıkaya
http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php?idno=400233&idno2=c400135




Test

1.Sözü yazdımdı da kalmış öbür entaride
Va'diniz bûse mi vuslat mı unuttum ne idi.

Yukarıdaki beyitte hangi söz sanatına başvurulmuştur?

A)Mecaz-ı Mürsel
B) Tecahül-i Arif
C) Tenasüp
D) Hüsn ü Talil
E) Teşhis
*
2.  Aşağıdaki dizelerden hangisinde tecahül-i arif sanatı vardır?
A)   Dünyanın en derin yüzü olmuş yüzün senin
       Yüksek başında kartala benzer hüzün senin
B)   Söyleyin, söyleyin ben miyim yoksa
       Arzı boynuzunda taşıyan öküz
C)   Ruhum bir engindir ufuklarda kararmış
      Etrafını yalnız ademin gölgesi sarmış
D)   Ruhumda emel bir sarı kandil gibi yandı
      Maziyi bugünden yaşamak hissim uyandı
E)   Alnım yanarak, hıçkırarak durdum o yerde
      Bir gözyaşı sızsın diye kalbimdeki derde
 *
  3. Ne dökülmüş ak gerdanın üstüne
      Kakül müdür zülüf müdür tel midir

Bu dizelerde şair; sevgilinin boynuna dökülenin, onun saçları olduğunu bildiği halde ikinci dizede bunu bilmezlikten gelmektedir.

Yukarıda sözü edilen edebi sanat aşağıdakilerden hangisidir?

A)   Hüsn-i ta'lil                    
B)  Tecahül-i arif
C)   Kinaye                             
D)  Tevriye

E)   Mecaz-ı mürsel
*
4. Bir sen ü bir ben ü bir de mutrib-i pakize-eda
     İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
     Gayrı yaranı bugünlük edip ey şuh feda
     Gidelim serv-i revanim yürü Sadabâd'e

Bu dizelerde Nedim, sevgilisiyle Sadabâd'e gidecekler arasında dört kişi saymaktadır, oysa Nedim-i şeyda dediği kişi de kendisidir. Şair bu durumu bilmiyormuş gibi davranmaktadır

Bu şekilde yapılan söz sanatı aşağıdakilerden hangisidir?

A)  Hüsn-i ta'lil                      
B)  Tecahül-i arif
C)  Kinaye                               
D)  Tevriye
E)  Mecaz-ı mürsel
*

Cevap anahtarı: 1.B, 2.A, 3. B, 4.B,

========================
Kaynaklar:
http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php?idno=400233&idno2=c400135
http://www.edebyahu.com/odev/63/tecahul-i-arif-istiare-husn-i-talil-leff-u-nesr
http://www.cokbilgi.com/yazi/tecahul-i-arif-bilmezlikten-gelme-sanati/
http://www.edebiyatfakultesi.com/edebi-sanatlar/tecahul-i-arif
http://www.edebiyatogretmeni.org/tecahul-i-arif-bilmezlikten-gelme/





Ek okuma


TECÂHÜL-i ÂRİF

(تجاهل العارف)

İfadeyi kuvvetlendirmek amacıyla yazarın bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi anlatması mânasında bedî‘ sanatı terimi.

Sözlükte “bilmemek, tanımamak” anlamındaki cehl kökünden türeyen ve “bilmiyormuş gibi görünmek” mânasına gelen tecâhül ile ârif (bilen) kelimelerinden oluşan tecâhülü’l-ârif (tecâhül-i ârif) terkibi “bilenin bilmez görünmesi” demektir.

Ebû Hilâl el-Askerî bu sanata “tecâhülü’l-ârif ve mezcü’ş-şek bi’l-yakīn” adını vermiş ve ilk defa amacını “sözü daha çok pekiştirme” diye açıklamıştır (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 445).

Sekkâkî konuyu bedî‘ ilminde ele almış ve örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de bulunduğu için tecâhül kelimesini edebe aykırı görerek bu türe “sevku’l-ma‘lûm mesâka gayrihî” (bilinenin bilinmiyormuş gibi sunulması) adını vermiştir
...

Olayın kesinliğini belirtmek gayesiyle tecâhül yollu soruya başvurulabilir (takrîr).

 “Allah, ‘Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi söyledin?’ buyurdu” (el-Mâide 5/116).

Hz. Îsâ’nın böyle bir söz söylemediği Allah’ın mâlûmu iken bunun tecâhül yoluyla sorulmasında hem olayı inkâr sorusuyla red hem de onları ilâh edinenlerin yanlış inançlarına ta’rizde bulunma amacı güdülmüştür.

 Muhatabı alıştırma ve korkusunu giderme maksadıyla da bu üslûptan istifade edilebilir.
“Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?” âyetinde (Tâhâ 20/17)

Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ’nın elindekinin asâ olduğunu bildiği halde sorması, ilâhî huzurdaki Mûsâ’nın korkusunu giderip alıştırma ve yakında asânın onun bir mûcizesi olarak büyük bir önem kazanacağına dikkat çekme hikmetine bağlıdır.
...
cilt: 40; sayfa: 232
[TECÂHÜL-i ÂRİF - İsmail Durmuş]

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=400232



══TECÂHÜL - İ ÂRİF ( BİLMEZLİKTEN GELME ) ══
══════ve YUNUS 'un BİLMEM ZİKRİ══════
Arif “bilen”, tecahül “cahil gibi, bilmez gibi görünme” demektir.
Terim anlamı, kişinin bir durumu, gerçeği bildiği hâlde,
nükte yaparak bilmezlikten gelmesi, bilmiyormuş gibi davranmasıdır.
Tasavvuf şiir, musiki, mimari gibi İslâm sanatlarının doğuşuna kaynak olmuştur.
Bir anlam inceliği yaratmak ya da bir nükte yapmak amacıyla bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme sanatıdır.
════════════════════════
Hoca Ahmed Yesevî'nin
Divan-ı Hikmet adlı eserinde de İstifham (soru sorma) ve Tecahül-i Arif (bilip de bilmezlikten gelme) sanatları kullanılmıştır
════════════════════════
Tecahül-i Arif,
"Erenler meclisine eğri odun yakışmaz" deyip de dergâhına yıllarca "düzgün" odun taşırken, sürekli "Ben Bilmem" zikri çeken Yunus Emre'yi hatırlatır...
════════════════════════
Yunus da;
İlim ilim bilmektir, ilim "kendin" bilmektir
demez mi zaten...
════════════════════════
Horasanlı Ahmet Yesevî ‘nin talebeleri,
Anadolu’yu Türklere ebedi bir vatan haline getirirken dergâhlarında önce
“Bilmem” demenin ağırlığını öğrettiler dervişlerine.
════════════════════════
Sonra bilmem derken pek çok şeyi merak etmek ve bilmeye çalışmak arasında, sanki ruhunu kıskaca almak , yıllarca sürdü bu dergâhlarda.
Bilmem deyip unutmak ile bilip bilmezlenmek arasında bir sınav gibi.
════════════════════════
Bilmenin en son kertesi olarak,
bilgiyi inkar etmek istedikleri zamanlar ...
════════════════════════
Bilmem zikri ;
gözlerini ,nefsine kendi içine çevirerek
“ İlim kendini bilmektir" olarak mertebelerinin yükselmelerini sağladı.
۩════════════════════════۩
İşte Tasavvuf
“Ben biliyorum diyene ne söylenir, bilmiyorum diyen öğrenir” diyor
ve bu hâle ulaşmanın yolunu gösteriyor.
════════════════════════
Daha doğrusu
“Gönlünü öyle saflaştır ki gönlündeki hakîkat, dışa vursun.” diyor.
Aklı reddediş yok. Aklı doğru kullanmaya teşvik ediş var. Kezâ aşka da gömülüş yok! Aşkı bir lütuf kabul edip, aşkla kulluğun hakkını vermek var.
════════════════════════
Tecahül-i arifin özünü oluşturan bu nükte,
dört amaç için yapılmış olabilir.
neşelendirme (tenşid),
uyarıda bulunma (tevbih),
hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyür),
kendinden geçişi belirtmek (tedellüh).
Bilinen şey bilinmiyormuş gibi anlatılırken genellikle bir inceliğe dayandırılır, bu yapılırken de mübalağa ve istifham sanatlarından da yararlanılır.
۩════════════════════════۩
"Tecahül-i arif" e diğer örnekler :
۩════════════════════════۩
Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Otuz beş yaş" şiirinde bolca kullanılır bu söz sanatı;
şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
════════════════════════
Feridun Düzağaç 'tan;
aşk bu mu, aşk acı mı?
Acıtır mı, incitir mi?
aşk bunu bana yapmaya mecbur mu?
════════════════════════
"Otuz beş yaş " şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı ;
“Gökyüzünün başka rengi de varmış
Geç fark ettim taşın sert olduğunu
Su insanı boğar ateş yakarmış
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış “
Gökyüzünün farklı renklerini, taşın sert olduğunu,
suyun insanı boğabileceğini, yine ateşin yakabileceğini elbette şair de biliyor.
Ancak şair, kendisindeki ve çevresindeki birtakım değişiklikleri sonradan fark ettiğini anlatmak için bu yola başvurmuştur.
“Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz”
════════════════════════
Ve Fuzuli de "Su Kasidesinde;
Ab-gündür günbed-i devvar rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvara su
Anlamı: Şurada dönen gök kubbenin rengi su rengi midir, yoksa gözümden akan yaşlar, gözümden akan sular gök kubbeyi mi kaplamıştır, bilmiyorum.
Şair gökyüzünün neden mavi olduğunu biliyor ancak bilmemezlikten geliyor.
*












Paylaşmak güzeldir.