20 Temmuz 2015 Pazartesi

Tariz

Edebî Sanatlar 

Mecaza Dayalı Söz Sanatı
Tariz (iğneleme)

Bir insanı iğnelemek maksadıyla, bir sözü karşıt anlamını düşündürecek biçimde kullanmaya tariz diğer adıyla iğneleme sanatı denir.
Tariz, sözün ya da kavramın gerçek ve mecazlı anlamı dışında büsbütün tersini kastetmektir. Tarizde mecaz-ı mürsel ve kinayedeki ilgiler yoktur.
Tarizin güzel olması söyleyişteki inceliğe bağlıdır. Bir kişiyi küçük düşürmek amacıyla söylenecek sözü tam tersi olan bir sözle dokundurma yapmak sistemli bir biçimde anlatma sanatıdır. Bir kimseyi iğnelemek, uyarmak veya dikkatini çekmek amaçlı yapılan söz sanatı da denilebilir.
Yukarıda da belirtildiği üzere tarizde güzel ve hoş bir şekilde ifadenin yönünü değiştirerek sitemde bulunma söz konusudur. Örneğin çok cimri bir kişi için “Ne kadar cömertsiniz!” demek bir tarizdir. Burada cimri kişi ile ilgili olarak “Ne kadar cömertsiniz.” denerek, söz söylenen kişi karşılık vermekten mahrum bırakılır ve psikolojik bir etki altına alınmış olur.
Tariz sanatında söz gerçek ya da mecaz anlam yerine, doğrudan zıddıyla kullanılır. Sözün gerçek anlamı doğru görünse de amaç, onun zıddının anlaşılmasını sağlamaktır. Bu sanatın etkili olması için nazik ve nükteli bir şekilde söylenmesi gerekir.

Tariz Sanatına Örnekler:

Kendi kurduğu şirketin başarılarını ballandıra ballandıra anlatan arkadaşıma:
"Bu ne tevazu arkadaşım!" dedim.

"Adamınız, Allah için, gerçekten ustaymış; onun eli değeli bizim makine kararsızlığı bıraktı; artık hiç çalışmıyor."


"Kefil olduğunuz gece bekçisi hakikaten güvenilir çıktı; üç gün sonra bizim kasayı yüklenip kayboldu."

Aferin oğlum Ahmet, Bu yolda devam eti
Herifçoğlu Sen Misel’de koyuvermiş sakalı Neylesin bizim köyü, Nitsin Mahmut Makal’ı.
(B. Rahmi Eyüboğlu)
Şiirde “Bu yolda devam et” sözü tarizli kullanılıyor. Ahmet, Fransa’ya gidince köyünü, ülkesini unutmuş; gününü gün etmeye başlamıştır. Şair, oğlunun bu tutumunu eleştiriyor.

“Her nere gidersen eyle talanı
Öyle yap ki ağlatasın güleni
Bir saatte söyle yüz yalanı
El bir doğru söz söylerse inanma”
Bu dörtlükte şair, tariz sanatı ile okuyucuya öğüt vermektedir. Evet, bu dörtlükte şair sanki okuyucuya “talan eylemesini, gülenleri ağlatmasını, yalan söylemesini, başkalarının sözüne inanmamasını” öğütler gibidir. Ama şair, burada anlattıklarının tam zıddını öğütlemektedir aslında.

Dokundurmaca anlamını çözebilmek için, sözün nasıl bir durum için, hangi ortamda kullanıldığına; varsa, diğer cümlelere dikkat etmek gerekir.

Ne kadar kültürlü olduğu ( ! ) yazılarından belli.
Beni ne çok sevdiğini ( ! ) biliyordum zaten;iki yıl sonra telefon etmek zahmetine girerek bunu kanıtladın.
Ne kadar eli açık olduğunu gördünüz değil mi? Derneğe tam bir milyon lira bağışladı.


Tariz ile kinaye karıştırılmamalıdır. Tarizde sözün gerçek ya da mecaz anlamda kullanılmasından çok, karşıt anlamı önemlidir.Kinayede ise sözün her iki anlamının bir arada kullanılıp kullanılmadığına bakılır.










Test

         1..Her nere gidersen eyle talanı,
Öyle yap ki ağlatasın güleni,
Bir saatte söyle yüz bin yalanı,
El, bir doğru söz söylerse inanma.
Bu dörtlükteki en belirgin edebi sanat  aşağıdakilerden hangisidir?
A) Telmih
B) Tariz
C) Hüsn-i talil
D) Teşbih
E) Tevriye
*
2. Yahya Kemal, lokantaya gider. Kuzu kapması ısmarlar. Getirilen yemeğe şöyle bir bakan şair, sebzeleri çatalla bir kenara yığar. Arar, tarar; sonunda tabakta çok küçük bir et parçasına rastlar. Hemen garsonu çağırarak:
Evlâdım, der. Buraya bir lokma et karışmış, yanlışlık olmasın?

Bu parçada Yahya Kemal hangi söz sanatına başvurmuştur?
A)    Kinaye
B)    Tevriye
C)    Mecaz-ı mürsel
D)    Tariz
E)     Tezat

*
     3.Bir yetim görünce döktür dişini
  Bozmaya çabala halkın işini
  Günde yüz adamın vur ser leşini
  Bir yaralı sarmak için yeltenme

Yukarıdaki dörtlükte hangi söz sanatının özellikleri ağır basmaktadır?

A) Tariz        
B) Kinaye        
C) Tenasüp 
D) Teşbih           
E) Tevriye
*
4.     Yokluğunu her an yaşattığına göre
         Çok vefalısın sevgilim
Yukarıdaki beyitte bulunan söz sanatının aynı­sı aşağıdakilerin hangisinde vardır?
A)     Kirpikleri uzundur yarin, hayale sığmaz Meşhur bir meseldir, mızrak çuvala sığmaz
B)     O kadar açık konuştu ki sözlerinden hiçbir şey anlamadık.
C)     Sen, Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin
D)     Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçeği eziyor gibi
E)     Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı
*



Cevap anahtarı: 1.B,2.D, 3.A, 4.B,

Kaynaklar:
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranda-edebi-sanatlar
http://www.cokbilgi.com/yazi/tariz-igneleme-sanati-edebi-sanatlar/
http://www.edebiyatogretmeni.org/tariz-tersini-soyleme/
http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/kuran/f
http://www.edebiyatfakultesi.com/edebi-sanatlar/tariz-igneleme-sitem-sanati

https://tr.wikipedia.org/wiki/Tariz




Ek Okuma

TA'RİZ 

Ta'riz kelimenin, zikredilen mânâ dışında, zikredilmeyen bir mânâda kullanılmasıdır. 
Misal: "Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim?" (Yasin, 36/22). Burada esas maksad "ne diye sizi yaratana kulluk etmiyorsunuz?"dur. Bunu âyetin devamındaki "Siz O'na döndürüleceksiniz" ibaresinden anlıyoruz.

Diğer bir misal; "Ancak akıl sahipleri ibret alırlar"(Ra'd, 13/19).

Burada kâfirler zemmedilmekte ve ibret almadıklarından akılsız olan behâime (hayvanlara) benzetilmektedir.


Yusuf BAYRAM – Sabri ÇAP
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranda-edebi-sanatlar
*
Hz. İbrahim ve Karakteri
...
Önce, Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesinde mütevekkil, halim selim, bağrı yanık ve sabırlı insan olarak da yer alan Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) hususî karakterini Kur'ân'ın nasıl ele aldığını görelim.
Kur'ân, Hz. İbrahim'e çok yer ayırmıştır. Zira o, bir dönem itibarıyla nebilerin babasıdır. Evet o, bir yönüyle Hz. İshak'la bütün Benî İsrail peygamberlerinin, bir yönüyle de Hz. İsmail tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babası sayılmaktadır.
Evet, Kur'ân'da uzun bahislere konu olur Hz. İbrahim.. tabiî dünya kadar yerde de satır aralarında. Hz. İbrahim'in çocukluğu, Nemrutların, mütegallip ve mütekebbirlerin şerlerinden korunması için mağarada geçer. Aslında bir ölçüde bütün peygamberler için de aynı şeyler söz konusudur. Hz. Hud, dünyaya geldiği zaman herhâlde emniyet altında değildi.. Hz. Salih, Hz. Lut da tabiî…
İlâhî hikmet gereği, nasıl Hz. Musa'nın doğumu gizlenmiş; onun gibi Hz. İbrahim de bir mağarada gizliden gizliye neş'et etmişti. Ve bir mağara terbiyesinde yetişen Hz. İbrahim'deki hilim, sabır ve teenni, dillere destan ve arkadan gelenlere de örnek olacak mahiyetteydi. Bu mağara hayatındaki derûnîlik, alır onu melekûtî temâşâya yükseltir ve bir peygamber fetaneti çerçevesinde, başkaları için fitne olmuş semaları doğru okumaya yöneltir. Yıldızlara, aya, güneşe bakar. Evet, kâinatın bir yaratıcısı olması lazım geldiği mülahazasıyla, çevresini irşad etme arayışına girer.
Gözüne evvelâ semanın yıldızları ilişir. Ancak, onların ufûl edip gittiğini görünce (ifadenin hedefi, muhatapları) şöyle der: "Ben, batıp gidenleri sevmem." Yani, böylelerine gönül veremem. Benim gibi batan ve ufûl eden şeyler, benim dertlerime derman olmaz. Ben, sonsuz dertler, nihayetsiz arzu ve iştiyaklar içindeyim. Benim, bütün bunlara çare olabilecek, ebediyete olan susuzluğumu giderebilecek ve gücümü aşan, batmayan, solmayan, hiçbir zaman yok olmayan bir güce ihtiyacım var. Bu yüzden yıldızlar benim Rabbim olamaz.
Hz. İbrahim, o günün umumî efkârına hâkim olan bir küfrü yıkmak için böyle konuşmaktadır.
Sonra aya yönelir Hz. İbrahim. Derken onun da batıp gittiğini görünce: "Rabbim hidayet etmezse ben de diğerleri gibi sapıtırım, dalâlet içinde yüzenlerden olurum. " der.
Ve arkasından, o her gün ayrı bir büyü ile doğan güneşi görür. Ona takıldığı üslûbuyla konuşur. Nihayet yıldızperestlerin bu en parlak saneminin de batıp gittiğini, dolayısıyla da ilâh olamayacağını: "Doğrusu ben, hanîf olarak yüzümü, yeri ve gökleri Yaratan (Allah)'a çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim. " sözleriyle ilan eder.
Evet, artık o, mülâhazayı gökleri ve yeri yaratıp ayı, güneşi nizama koyan ve yıldızları âhenk içinde hareket ettiren Mevlâ-i Müteâl'e getirmiş olma esprisiyle yıkılacakları yıkmış, aya, güneşe ve yıldızlara tapanların seslerini kesmiştir. Hz. İbrahim'in kavmiyle arasında geçenleri anlatan başka âyetlere müracaat ettiğimizde de, onu hep putlara, putperestliğe, küfre ve tağutlara başkaldıran karakteriyle görürüz; görür ve onun yıldızlar, ay ve güneş karşısındaki tavrı ve söyledikleriyle, gök cisimlerine tapan putperest kavmine bir ders vermek istediği neticesine varırız.
Bir başka gün kavmi onu kıra gitmeye davet eder. O ise, hastalık bahanesiyle gitmez. "Yıldızlara bir göz attı: 'Ben hastayım!' dedi." âyetleri, onun yıldızlara bakıp "Hastayım " dediğini; devam eden âyetler de (90-93), kavmi ayrılıp gidince, oradaki büyük put hariç, bütün putları kırıp sonra da kavmine bir ders vermek maksadıyla kenara çekilip beklemeye durduğunu ifade ederler. Kavmi kırdan dönünce, putlara yapılanları görüp dehşete kapılırlar. Öfke ile birbirlerine, "Kim yaptı, hangi zalim putları bu hâle soktu?" diye söylenirken, içlerinden bazıları tarafından Hz. İbrahim suçlu görülerek insanların bulunduğu meydana getirilir. "Bunları sen mi yaptın ey İbrahim?" derler. O ise, bir nebiye yakışır vakar ve ciddiyet içinde: "Belki o yapmıştır.. işte büyük put da şurada, sorun ona, gücü yetiyorsa söylesin! " deyiverir.
Bu kısacık cümle öyle hikmet ve hüccetlerle bezenmiş bir "sehl-i mümteni "dir ki, insan aklı bütün mantık oyunlarını kullanarak, putların mâbud olamayacaklarını ifade için ne söylerse söylesin, yine de bu kısa cümlecikte şu iki beyan kadar veciz olmayacaktır.
Evet, daha başta "İhtimal o yaptı; işte büyük put da şurada! mânâsına بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هٰذَا der ki, bu sözün haddizatında yalana da ihtimali vardır. Ancak nebi ağzından yalanın zuhuru söz konusu değildir. Evet, bir nebiye yalan isnat etmenin vebali ağırdır. Bu yüzden de bu sözü târiz-i kelâm olarak görmek daha uygundur.
Aslında, Hz. İbrahim'e ait üç târiz-i kelâm olduğu öteden beri bilinmektedir. Peygamberlerin ismetini nazara almayan bir kısım müsteşrik mantıklı kimseler, bu târizler hakkında ileri geri söz sarfetmişlerdir ama muhakkikînce, hep arz edeceğim mahmil ve daha başka yorumlar üzerinde durulmuştur.
Şimdi, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) karakter ve ismetini anlatırken, ona isnat edilen bu üç yalandan, daha doğrusu üç târizden bahsetmek uygun olacaktır. Bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet, "Yalan, bir lafz-ı kâfirdir. " ve imanla meşbû sinelerde de kat'iyen barınamaz.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: "İbrahim, (bütün hayatı boyunca) üç kezibde bulundu." buyururlar. Buradaki "kezib " yalan anlamına gelebileceği gibi, "târiz " mânâsına hamledilmesi de mümkündür. Gerçi bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ama neticede anlatılmak istenen, mânâ bakımından yerindedir. Zaten mevzuu izah esnasında bu husus açıkça da görülecektir.
İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Evet, Hz. İbrahim için "Yalan söyledi" denemeyeceği gibi, "kezib " tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vâki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince vâkıa mutabık sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere "târiz " diyoruz.
Şimdi bu hususu biraz daha açalım: Yalanın cereyan zeminlerinden biri de hiç şüphesiz mizahtır. Efendimiz de mizah yapmıştır ama O'nun kullandığı malzeme hep doğru beyan türünden olmuştur. Meselâ, Hz. Enes'e "Ey iki kulaklı!" demiştir ki, zaten Enes'in (radıyallâhu anh) iki kulağı vardı.
Bir başka defa yanına gelen bir kadına "Ey kocasının gözünde ak bulunan!" deyince, kadın; "Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok! " karşılığını vermiş, Allah Resûlü de "Her insanın gözünde ak olur." diyerek, latif bir latifede bulunduğunu ortaya koymuştu.
Yine yaşlı bir kadının: "Yâ Resûlallah! Dua et Cennet'e gireyim. " isteğine karşılık, Allah Resûlü, latîfe üslûbuyla "Yaşlılar Cennet'e giremez!" buyurur. Kadıncağız, bu sözdeki espriyi anlayamaz ve üzülür.. tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirir:"Yaşlılar, Cennet'e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler."
Evet, peygamberler, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat ederler. Zira onlar bulundukları makamın, şaka dahi olsa yalana tahammülü olmadığının farkındadırlar. Evet, onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söylediği şaka dahi olsa, onun içinde "hilâf-ı vâki " bir söz, diğer insanlara yalanın ciddîsini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü örnek olmak asla söz konusu değildir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede bile o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmişti.. ve işte bir gün, bu duygu ve bu düşünce ile idi ki kendi kendine bütün putları kırıp geçirmeye karar vermişti. Ardından da düşündüklerini yapmaya koyulmuştu.
O günün inanç ve âdetlerinden biri de, hâdiseleri değerlendirmek için yıldızlara bakıp onların değişik münasebetlerinden değişik hükümler çıkarmaktı. Zira o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. Kâinatta hâkim güçler de, onların düşüncesine göre yine yıldızlardı.
İşte bir keresinde Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, devrin telakkisine göre yıldızlara baktı.. tabiî bu bakış sadece, oradakileri iknaya mâtuftu ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim, asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi. Yıldızlara baktıktan sonra "Ben hastayım!" mânâsına إِنِّي سَقِيمٌ dedi. Bu, onun birinci târizidir. Nasıl ve niçinini ileride izah edeceğiz.
Onun ikinci târizi de, putları kırma ile alâkalı cereyan etmişti ki, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine "İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?" diye sorulunca da, büyük putu gösterip, "Belki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!" dedi.
Üçüncü târize gelince, o bizzat Kur'ân'da zikredilmez. Bir münasebetle hanımına: "Sana kim olduğun sorulunca, benim kızkardeşim olduğunu söyle." buyurmuştu.
Evet, işte Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz bunlardan ibarettir. Şimdi bu hâdiseleri biraz daha açarak o zatın ismetini bir de hâdiselerin gerçek çehresinde görelim:
Birinci hâdise Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"İbrahim de şüphesiz onun (Nuh'un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbi'ne selim bir kalb ile geldi. Babasına ve milletine şöyle dedi: 'Allah'ı bırakıp, uydurma tanrılar mı ediniyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız bu mu?' Yıldızlara bir göz attı ve 'Ben rahatsızım!' dedi. Onu bırakıp gittiler."
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu "Ben hastayım! " cümlesiyle esas rahatsız olduğu husus ne ise onu kastediyordu. O, doğduğu andan itibaren hep putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. Fakat diğerleri onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez de hemen putların hakkından gelmekle hakikî rahatsızlığının neden ibaret olduğunu ortaya koymuştu.
Evet, Hz. İbrahim, kavmi ayrılınca, onların putlarını kırmak suretiyle, putlara duyduğu rahatsızlığını ifade etmiş oluyordu. Ne var ki târiz yapıp onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullanarak onları başından savmasını bilmişti. Ancak onun sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim'in gayesinden habersiz olanlardı ki, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler; direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar. Bu mantalite ile onu nasıl anlayacaklardı ki..?
Hz. İbrahim'in ifadesi bir târizdi ve kat'iyen yalan değildi. Ne var ki yaptığı bu târiz, onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve orada kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere, bu târizi kendi ufkundan "yalan " olarak niteleyip şefaate ehil olmadığını söyleyecektir.
Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği "Ben rahatsızım! " şeklindeki târizi günümüzün hizmet erlerinin, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendilerini mecbur bilerek veya bilmeyerek yaptıkları nazara alınacak olursa, Hz. İbrahim'in târizinde ne derece masum olduğu daha iyi anlaşılır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü devrimizde yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidir.
İstidradî olarak arz edeyim; durum böyle olunca, Efendimiz'in yalana cevaz verdiği üç yer mevzuunda dahi, dikkatli olmamız gerekmektedir. Zira Asr-ı Saadet'te yalanla doğru arasında büyük uçurumlar vardı. Sahabe efendilerimiz doğruyu, Müseyleme ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı.. evet, doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı.
Onun için bugün hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat'iyen yalana yer vermemelidirler. Her şeyden evvel böyle bir davranış, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Evet, yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Eğer biz, yalan konusunda bu kadar hassasiyet gösterme mevkiinde isek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin o mevzuda ne denli hassasiyet göstereceklerini düşünmek icap eder.! Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed'in (aleyhisselâm) ceddi Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise...
...
http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/kuran/fethullah-gulen-kuranin-altin-ikliminde/18658-fethullah-gulen-kuranda-sahsiyet-karakterleri






Paylaşmak güzeldir.